Kilitler, Algılar ve Toplum: Gerçek Güvenlik Nedir?

Tolga BAYTAŞ

9/25/2025

Güvenlik çoğu zaman farkında bile olmadan peşinden koştuğumuz bir ihtiyaçtır. Bir bebeğin annesinin kucağında huzurla uyuyabilmesi, bir gencin gece vakti sokakta rahat adımlarla yürüyebilmesi, bir ailenin evinde kapısını kilitleyip gönül rahatlığıyla uyuyabilmesi aslında hep güvenliğin yansımasıdır. Ama güvenlik yalnızca kapılara takılan kilitler, pencerelere konulan demirler, sokaklardaki kameralar değildir. Güvenlik, yaşamın kendisini sürdürebilmemizin temel şartıdır. İnsan, tehditlerden korunma ihtiyacını karşılamadan ne özgürce düşünebilir ne de yaratıcı olabilir. Çünkü güvenlik dediğimiz şey sadece tehlikeden kaçınmak değil, hayatı yaşamak için bir temel sağlamaktır.

Burada işin en çarpıcı kısmı güvenlik algısıdır. Dışarıdaki gerçeklik ile zihnimizin ona verdiği anlam çoğu zaman birbirinden kopuktur. Hepimiz biliriz ki bazı insanlar çok sakin mahallelerde bile sürekli kaygılı yaşar, bazılarımız ise risklerle dolu işlerde çalışırken kendimizi güvende hissederiz. Yani mesele sadece dış koşullar değil, bizim onları nasıl yorumladığımızdır. Çocukken başımıza gelen bir olay, televizyonda duyduğumuz bir haber, mahallede anlatılan bir dedikodu, hepsi güvenlik algımızı şekillendirir. Bu yüzden iki insan aynı yerde bulunsa bile biri huzurla yürürken diğeri korkuyla etrafına bakabilir. Algı dediğimiz şey, görünmez ama çok güçlü bir mercektir.

Algı meselesi, toplumsal ölçekte de büyük farklar yaratır. Bazı ülkelerde suç oranları görece düşük olmasına rağmen insanlar yüksek kaygıyla yaşar; bazı toplumlarda ise riskler yüksektir ama insanlar yine de güçlü bir dayanışma duygusuyla kendilerini güvende hisseder. Bu, güvenliğin sadece sayılarla ölçülemeyeceğini, toplumsal kültürün ve aidiyet hissinin ne kadar belirleyici olduğunu gösterir. Bazen güvenlik, maddi önlemlerden çok, birbirimize duyduğumuz güvenin eseridir.

İşte tam burada güvenlik dilemması devreye girer. Bir devlet ya da bir birey kendini korumak için önlem aldığında bu önlem başkasının gözünde tehdit olarak görünür. Örneğin bir devlet ordusunu güçlendirdiğinde, komşusu “bana karşı hazırlanıyor” diye düşünür. Aynı şekilde bir apartmanda bir kişi evine kamera takar, sonra diğerleri de takar, derken apartman bir süre sonra “şüpheli bir kale”ye dönüşür. Başlangıçta güvenliği artırmak için atılan adımlar, sonunda güveni aşındırır. Güvenlik dilemması bize şunu gösterir: Bazen kendimizi korumak için yaptıklarımız, bizi daha da güvensiz hale getirebilir. Bu, hayatın en ironik çelişkilerinden biridir.

Tarihe baktığımızda “ilk eşikler”in kurulması da bu yüzden önemlidir. İlk kaleler, ilk şehir surları, ilk polis teşkilatları hep bu güvenlik ihtiyacının ürünüdür. İnsanlık tarihinin ilk köylerini düşünün: İnsanlar vahşi hayvanlardan korunmak için çitler yaptı. Sonra bu çitler, başka köylerin gözünde “siz bize güvenmiyorsunuz” anlamına geldi. Aynı şey devletler arasında da oldu; ilk ordular güvenliği sağlamak için kuruldu, ama kısa süre sonra güç yarışı başladı. Modern dünyada da farklı değil; bugün internet üzerinde alınan güvenlik önlemleri, diğer tarafın gözünde “beni gözetliyorsun” algısına yol açıyor. Böylece ilk eşik, niyeti ne olursa olsun, bir güven bunalımının başlangıcı olabiliyor. Bu yüzden ilk adımın nasıl atıldığı çok önemlidir.

Günümüzde bu ilk eşikler çoğu kez teknoloji üzerinden karşımıza çıkıyor. Banka uygulamalarındaki ek doğrulamalar, sosyal medyada kimlik teyidi, kamusal alanda kullanılan kameralar… Bunların amacı bireyi korumak olsa da çoğu zaman mahremiyet tartışmalarını da beraberinde getiriyor. İnsanlar kendilerini güvende hissetmek için onay kodlarını kabul ediyor, yüz tanıma sistemlerinden geçiyor, ama aynı zamanda “beni sürekli izliyorlar” kaygısını da taşıyor. Bu durum, modern çağın güvenlik dilemmasını özetliyor: Teknoloji bizi korurken aynı zamanda özgürlüğümüzü ne kadar kısıtlıyor?

Peki günlük yaşamda bu nasıl karşımıza çıkar? Bir aile düşünün: Ebeveyn çocuğunu korumak için çok sıkı kurallar koyar. Çocuğun her adımı kontrol edilir, kimlerle görüştüğü denetlenir, eve geliş saatleri kısıtlanır. Ama bu aşırı kontrol, bir noktadan sonra çocuğun kendini güvensiz hissetmesine, özgüveninin azalmasına neden olur. Yani güvenliği sağlamak isterken güvensizlik tohumları ekilir. Aynı durum iş hayatında da görülür. Patron çalışanlarını sürekli kamera ile izler, raporlarla baskılar, denetim üstüne denetim kurar. Sonuç? Çalışanlar hata yapmamak için yeni fikir üretmekten korkar, risk almaktan çekinir ve şirket aslında daha savunmasız hale gelir. Bir başka örnek de teknolojide karşımıza çıkar. İnsanlar dijital dünyada kendilerini korumak için sürekli yeni şifreler, doğrulamalar ekler. Ama bu aşırı tedbirler bazen hayatı öyle zorlaştırır ki, insanlar en sonunda güvenliği baypas edecek yollar bulur ve asıl risk daha da artar.

Bütün bu örnekler bize aynı şeyi hatırlatıyor: Güvenlik bir denge işidir. Çok fazla olduğunda özgürlüğü boğar, çok az olduğunda hayatı tehlikeye atar. O halde güvenlik algımızı nerede tutmalıyız? Ne sürekli alarmda, paranoyak bir halde; ne de tamamen umursamaz, savunmasız bir noktada. En iyi yer ortasıdır: Tehditleri ciddiye alırız ama hayatımızı onlara teslim etmeyiz. Hazırlıklı oluruz ama korkunun esiri olmayız. Kontrol edebileceğimiz alanlara odaklanırız, edemediklerimizi ise kabulleniriz. İşte o zaman güvenlik, bizi hapseden bir kafes değil, özgürce yürüyebileceğimiz sağlam bir zemin haline gelir.

Gerçek güvenlik sıfır risk değildir. Çünkü sıfır risk diye bir şey yoktur. Asıl güvenlik, riskleri tanıyıp onlarla yaşamayı öğrenmektir. Bir toplum olarak güvenlikten anladığımız şey sadece “tehlike yokluğu” olursa, en küçük sarsıntıda parçalanırız. Ama güvenliği “hayatla baş edebilme gücü” olarak görürsek, o zaman çok daha güçlü bir bağ kurarız. Bir çocuk annesinin elini bırakıp koşmaya başladığında, bir genç kendi yolunu çizdiğinde, bir toplum özgürce nefes aldığında güvenlik gerçekten inşa edilmiş demektir. Bizim görevimiz, güvenliği korkunun değil, cesaretin, üretimin ve umudun temeline oturtmaktır.

Ve belki de asıl mesele, güvenliği sadece “koruma” değil aynı zamanda “birlikte yaşama kültürü” olarak görmekte yatıyor. Çünkü bireyler birbirine güvenmediği sürece hiçbir kamera, hiçbir kilit, hiçbir ordu tam anlamıyla güvenlik sağlayamaz. Güvenlik kültürü dediğimiz şey, toplumsal dayanışmayı, ortak değerleri, karşılıklı sorumluluğu içerir. Eğer bir toplumda insanlar birbirine göz kulak oluyorsa, empatiyle davranıyorsa, kurallar sadece korkuyla değil içtenlikle uygulanıyorsa, işte o zaman gerçek güvenlik kök salar.